İslam tarihinde yol ayrımı

TAKİP ET

Mertcan YOLDAŞ'ın "İslam tarihinde yol ayrımı" adlı köşe yazısı.

Bugünlerde, özellikle Ramazan’ı idrak etmeye çalıştığımız şu ulvî zaman dilimlerinde, bilhassa televizyon ve genel olarak tüm medyada ortak bir konu var. Bu konu aslında İslam Dünyası’nın yüzyıllardır tartıştığı bir konu haline gelmiştir. Konu, bir soruyla başlıyor ve soru soruyu açıyor. O soru da şu: “İslam Dünyası bugün neden böyle aşağı bir durumdadır?” Konunun ana temasını özetleyen soru işte budur. Yy ile birlikte insanlık tarihinde çok önemli gelişmeler olmaya başladı. Bu yüzyılda Hz.Muhammed(sav)’in doğuşuyla birlikte tarihe adını altın harflerle yazdıracak bir medeniyet tasavvuru doğdu aynı zamanda. Bu medeniyet tasavvuruna adını veren İslam dini oldu. Asıl olarak her din bir kültür getirir, bir irfan inşa eder. İslam ise tamamen kendine has özellikleriyle oluşturduğu bir kültür inşa etti, bir medeniyet tasavvuru doğurdu. 6. Yy ile doğuş aşaması gerçekleşen İslam Medeniyeti, 7.8.9.10 ve 11. Yy. altın çağlarını yaşadı. Bugün dünyada 2 Milyar Müslüman nüfus olmasının temeli, işte bu çağlara dayanır. Bu dönemde yapılan fetihler, ortaya çıkarılan bir medeniyet anlayışı, içinden bilim adamlarının ve meşhur mütefekkirlerin çıktığı toplum yapısı, İslam’ın genişleme sürecini yani bir anlamda İslam toplumunun dünyaya açılımını yansıtmıştır. Bugün nüfus itibarıyla dünya sahnesinde en önemli aktörlerden biri olan İslam Dünyası, bu tabii özelliklerini o dönemlerden almaktadır. İslam Medeniyeti, o dönemlerde dünyaya neler vermedi ki? Örneğin bir Farabî, bir İbni Sîna, bir Mevlânâ, bir İmam Gazalî, Bir İbn-i Rüşd ve isimlerini saysak buraya sığmayacak daha nice ilim insanı… Peki, ne oldu da böyle yükselişte bir Medeniyet gerilemeye başladı ve en sonunda zelil bir hale geldi? İşte bugün yaşadığımız bütün bu buhranların temelinde bu sorunun cevabı vardır. Öncelikle dikkat edilmesi gereken nokta, bu gerilemenin başladığı tarihlerdir. Hani bir söz vardır; “İnsanın en zayıf olduğu an, kendini en güçlü hissettiği andır.” İşte bu söz İslam Dünyası için 16. Yy ‘da anlam kazanmaya başlıyor. Belki hepimiz Osmanlı’da Kanunî Sultan Süleyman devrini çok ihtişamlı, çok muhteşem, harikulade bir devir olarak bilebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve siyasi olarak en güçlü devir olduğu da tarihi bir gerçektir. Ancak askeri ve siyasi gelişmişlik her zaman bir devleti ayakta tutan şeyler olmamıştır. Bunların yanında olması gereken toplumsal anlayış en önemli dinamiklerden birisidir. İşte Kanunî’nin saltanatının son zamanlarında belirmeye başlayan bu toplumsal anlayıştaki çürüme, yavaş yavaş hem Osmanlı’nın hem de İslam Dünyası’nın bütün kurumlarına sirayet etti. Toplumsal anlayıştan kastımız şudur ki, İslam Medeniyeti’ne şeklini veren o ilerleyici ruhtur. Mesela, altın çağlardaki, Endülüs’teki, her ilim dalından ilim insanı çıkartabilecek o yapı, 16. Yy’da yerini matbaa gibi bir yeniliğe bile karşı çıkabilecek, ayak uyduramayacak bir yapıya terk etmiştir. Altın Çağlarda medreselerde beraber okutulan Fen İlimleri ile Din İlimleri, 16. Yy’ın sonlarında ayrışmaya başlamıştır. Fen İlimleri ve Din İlimleri ayrı ayrı yerlerde okutulmaya başlanmıştır. Böylece toplum içinden ya ilimsiz alim çıkmış ya da dinsiz ilim adamları yetişmeye başlamıştır. Oysa Einstein’ın dediği gibi; “İlimsiz din topal, Dinsiz ilim kördür.” O zamanlarda tarihin seyrini değiştirecek, dünyanın dört bir tarafında yapılmaya başlanan Coğrafi Keşifler, Osmanlı’da “biz zaten en iyiyiz. Takip etmez, takip ediliriz.” Anlayışıyla incelenmeye bile tabi tutulmamıştır. İşte bütün bu nedenler, Osmanlı’nın çöküşünü başlatmış. Osmanlı çökünce İslam Dünyası da aynı akıbete uğramıştır. İslam Dünyası’nda Bilim yerini cahilliğe, Çalışkanlık yerini Tembelliğe, Tevazu yerini Kibire bırakmıştır. Allah ise sözünde adildir. İyi huyları edinmeye başlayan Batı Dünyası bile olsa, haklıya hakkını teslim eder hiç şüphesiz. Erdemli bir İslam Dünyası sabahına uyanmak dileğiyle…