Diyanet'in Tevhid-Vahdet İkilemi

TAKİP ET

Mertcan YOLDAŞ'ın "Diyanet'in Tevhid-Vahdet İkilemi" adlı köşe yazısı.

İslâm Dünyası olarak bugün bir çeşit akıl tutulması yaşıyoruz. Belli ki bir buhran sürecinden geçiyoruz. Buram buram Ahlak kokan bir dinin, damarlarına Ahlaksızlık zerkedilmiş mensuplarıyız sanki. Teslim olmaktan bahseden bir dinin, “hem bir eli yağda diğer eli balda ama çok da iyi Müslüman” mensuplarıyız. Zalime dur demekle nam salmış bir dinin, ne yazık ki dünyanın herhangi bir yerindeki bir zulme artık duyarsız kalan mensuplarıyız. Sanırım yukarıda saydıklarıma daha birçok şey eklenebilir. Biz eli kalem tutanlar olarak yıllardan beri Müslüman coğrafyalarda akan kan ve gözyaşını kalemlerimizin dayanağı kılmak zorundayız. Son zamanlarda o kadar çok dehşet verici manzaralar gördük ki, insan olma şerefine erişmiş her kişinin vicdanı sızlıyor. Sorunlarımızın çözümünü orada burada değil kendi içimizde aramalıyız. Zarif şair Cahit Zarifoğlu’nun dediği; “Herkes işine değil, içine baksın.” Ali Şeriati öyle diyordu: “Aksine bir düşünceyi, bir dini bozan şey, dosttur. Ya da dost toplumda baş gösteren düşmanlıktır. Bütün dinler, içeriden bozulmuş ve çürümüştür.“ İçimize bakmak zorundayız, doğrudur. Ancak bizi içimize bakmaya sevk edecek kurumlar, bütün bu ciddi meseleden uzaktalar. Diyanet İşleri Başkanlığı, bu yıl kutlu doğum haftası etkinliklerinde iki slogan belirledi: Tevhid ve Vahdet. Peki, Nedir Tevhid? Nedir Vahdet? İçleri doldurulması gereken büyük kavramlardır bunlar. Salt bir vahdet çağrısı yapmak adına Tevhid gibi anlamı ağır bir kelimeyi kullanmak ne kadar doğrudur? Seyyid Kutub’un dediği gibi: “Diyorlar ki Ümmet’e Vahdet lazım; Diyorum ki Vahdet için evvela Tevhid lazım!” Vahdete giden yol, tevhid taşlarıyla örülüdür. Tevhid kavramını gereği gibi açıklayamamak, vahdetin anlamını da daraltır. Ali Şeriati ve Seyyid Kutub… Bu iki değerli İslam Mütefekkirini kasten seçtim. İçinde bulunduğumuz kaosa, nitelikli ve bizden bir çözüm buldukları için, bu da birilerine rahatsızlık verdiği için seçtim. Onlar, bu kaostan çıkışın reçetesini yıllar önce yazmışlardı. Biz bugün okumaktan aciz hale geldik, getirildik. Kutub ve Şeriati… İkisi de çözüm yolunun Tevhid’den geçtiğini çok iyi biliyorlardı. Vahdet bir amaçsa eğer, ona ulaşmanın tek yolunun Tevhid olduğuna can-ı gönülden iman etmişlerdi. Bundan dolayıdır ki, Vahdet’ten önce Tevhid’i vurgulamışlardı. Peki neydi Tevhid? Tabii ki en çıplak haliyle; “La ilahe illallah” idi. Ama onu görebilmek için hakiki mümin olabilmek lazımdı. Hakiki Mümin ise; gelenekten, görenekten, değerlerden, kutsaliyet atfedilenlerden, zevkten, eğlenceden, maldan, mülkden, topraktan, ideolojilerden kaçıp tek Allah’a koşan kimseydi. Diyanet, Tevhid’in bu en çıplak halini veremeyerek, bu kavramın içini gereği gibi dolduramıyor. Çünkü bu kavram, bütün çıkarlara, bütün zalim muktedirlere yüzyıllardır uygulanan bir çağrıdır. Şimdi tekrar kendimize dönüp soralım; “Neyden kaçabiliyoruz?” Ama unutmayalım cevabımız samimi olsun, en azından kendimize samimi olalım. Vahdet diye bağıran Muhafazakar’a, cevabımız Tevhid olsun. Karakter erozyoncularına hak ettikleri dilden konuşalım; inandığımız gibi yaşayarak, yaşadığımız gibi inanmayarak…